Paylaşın:
Ekonomide en fazla konuşulan konulardan birisi işsizlik. Ülkemizde çalışabilecek nüfusun beşte biri işsizdir. Bu rakamlarla Avrupa’nın en büyük işsizlik oranına sahip ülkesi olmaktayız. Bu veriler Türkiye’nin işsizliği azaltıcı politikalara önem vermek zorunda olduğuna işaret etmektedir. İşsizlik bu kadar yüksek rakamlarda iken 6. değil 66. uyum paketi ile bile AB’ye giremeyiz. Kimse kendini kandırmasın.
Ülkemizde işsizlik oranı çok yüksek. Evet ama bunun bütün sebebi yeterli istihdam olmaması değil. İssizliğin önemli bir bölümü tercihlerden (iş beğenmemekten) veya tembellikten kaynaklanıyor. Yatırımlara ve Ar-Ge’ye önem vermemek, yanlış dış ticaret politikaları, yanlış ve yanlı ekonomik politikalar, populist maaş zamları ve memur alımları, yanlış eğitim politikaları, dengesiz ve plansız üniversite kapasiteleri, girişimciliğin ve üretimin özendirilmemesi ve daha bir çok nedeni işsizliği arttırıcı sebepler olarak hepimiz biliyoruz.
İşsizliği azaltıcı politikalar olarak yalnızca ekonominin büyümesini düşünmek de çok doğru değil. Liderlik vasıflarına sahip veya geliştirecek imkanlara sahip yaşadığımız toplumda pozitif değişimi gerçekleştirmeyi hedefleyen bir gençlik ve onların başarılarına ihtiyacımız var.
Yazar Vedat Akman bir makalesinde şöyle diyor: “Eğitim kelimesinin iki kökü var: Eğmek ve İtmek. Bu kelime ülkemizin eğitimden ne anladığını çok güzel ifade ediyor. Biz gençlerimizi önce kendi öngördüğümüz kurallara göre eğiyoruz, sonra onları belli düşünce kalıplarına itiyoruz. Bu yüzden de eğitim sistemimiz yeni düşünceler üreten, araştırmacı ve yaratıcı olan insanlar yetiştirmiyor. Halbuki simdi onlara çok ihtiyacımız var.”
Politikasızlıktan ve plansızlıktan kaynaklanan aşırı yığılmalar da işsizliğe sebep oluyor. Mesela 1983’le 1997 yılları arasında bankacılık sektöründeki aşırı yığılmalar hükümetlerin bu sektörü bilinçli veya bilinçsiz olarak haddinden fazla desteklemesinden kaynaklanmaktaydı. Bu dönemde bir çok özel bankalardaki çalışanlar devlet memuru gibi maaşlarını devletten aldılar. Nasıl mı? Özel bankaların en önemli gelir kalemi devlete verdikleri kredilerdi. Bir zamanlar… Sonra? Deniz kurudu ve krizler başladı.. Sonrasında fona geçen bankalar ve küçülen bankaları gördük. Öyle ki İK sektöründe downsizing ve outplacement danışmanlığı gibi yeni iş kolları oluştu. Bu dönemde devlete en çok borç vermeye muvaffak olabilen bankalar ise bugüne kadar ayakta kalabilmeyi başardı. Ama artık gerçekten bankacılık yapmak zorundalar. Nihayet..
Hiç unutmuyorum siyaset meydanında bir açıkoturumda Türkiye’nin en büyük holdinglerinden ve de en büyük bankalarından birinin sahibi bey amcamız utanmadan demişti ki: “Ben devletten hiç ihale almadım! Çalıştıııımm, çalıştııımm, daha çok çalıştıım, ürettiiiiimmm…” Hemen bir öğrenci atıldı ve şu soruyu sordu: “Siz almadınız ama bankanız aldı! Devlete en çok borcu veren bankalardan birinin sahibisiniz. Bu ne yaman çelişki bey amca!”. Cuk oturdu denir ya aynen öyle oldu!
Tüm bu sebeplerin yanında bir de SANAL İŞSİZLİK var. Nerden çıktı yahu? Ne demek sanal işsizlik? Hemen açıklayayım. İş olanakları bulunmasına rağmen iş arayanların tercihlerini bahane ederek ve de tembelliklerinden dolayı işsiz dolaşmalarıdır, eyleşmeleridir. Aşağıdaki örnek olayları okuyunca siz de benzeri olayları bizzat yaşadığınızı ya da bildiğinizi düşünmeye başlayacaksınız.
Başımdan geçen bir olayı anlatacağım: Bir gün dağevimizin bahçesine taştan bir duvar ördürmeye karar verdik. Gerekli malzemeyi taş, kum, çimento vs. temin ettikten sonra işçi aramaya koyulduk. İlk aklımıza gelen yer tabiki köy kahvesi idi. Kahvedeki köylülere işçi aradığımızı söyledik. Vereceğimiz yevmiye de gayet iyi bir para idi. Kimse kılını kıpırdatmadı. Günlük işçi başına 10 milyon verecektik. Oradaki köylülerin orada gün boyu bulundukları zaman içecekleri çay ve sigaraların parasını hesap ederseniz o da yaklaşık 10 milyon yapıyordu. Ama çalışmak isteyen çıkmadı. Birkaç köy dolaştıktan sonra nihayet 3 kişi bulabildik. Peki neydi bu kahvedeki insanların gelmemesindeki sebep? Tahmin ediyorum ki oradakilerin çoğu lise mezunuydu. Ve üniversiteyi kazanamamışlardı. Daha kötüsü biraz mürekkep yalamışlardı. Yılardır işsizlerdi ama iş beğenmiyorlardı. Ee tabi lise mezununa da işçilik yakışmaz tabi.. Keşke lise okumasaydılar da teknik meslek lisesinde falan okusalardı da zenaatkar olsalardı. Bu olayı siz de Türkiye’nin heryerinde yaşayabilirsiniz, deneyin ve görün. Kahve Milletinin İnsanları 10 milyon fazladan kazanmaktansa, 10 milyon fazladan harcamayı ve sigara dumanları arasında akşama kadar, sabaha kadar, al papazı ver kızı kağıt oynamayı yeğlerler. Biraz düşündüm ve Türkiye’de kahvehanelerin neden bu kadar çok sayıda olduğunu daha iyi anladım. Ama onları suçlamamak lazım. Liseyi zor bitirebileceklerini ve Üniversiteyi kazanamayacaklarını birileri onlara söylemeliydi. Ve birileri emekli olmuş vatandaşlarımızı kahveler yerine hayır işlerine veya daha sosyal işlere yönlendirmeliydi.
Nişantaşın’da yaşlı bir amca vardır. Başında Fötr şapkası bir elinde meyve sepeti, bir elinde çiçek sepeti, sürekli gezer ve bunları satarak geçinir. Bir yandan da kasaptan aldığı sakatatlarla da nişantaşındaki kedileri besler. Bu sebeple de etrafında 30-40 kadar kedi olur. Bu amcamız devlet memurluğundan emekli olduğunu ve bu işi hem sevdiği için hem de para kazanmak için yaptığını söylüyor. Yine başka bir amcamız Şişli’de Garanti Bankası önünde ayakkabı boyuyor. Emekli Uzakyol Kaptanı. Alışmış bir kere çalışmadan yapamıyor. Ellerinde eldivenleri ve şık sayılabilecek giyimiyle ayakkabı boyacılığına saygınlık kazandırıyor. Şişli esnafı onu çok seviyor, sayıyor.
Başka bir örnek olay: Şirketimiz için Satış Temsilcileri arıyorduk. Hemen bir ilan verdik. İlanda da “Salt prim bazlı çalışılacağını” belirttik. Başvuran yüzlerce adayın çoğu uzun süredir (en az 1-1,5 yıldır) işsizdi. Her fırsatta kendilerine çok güvendiklerini, çok iyi satış yapabileceklerini söyleyen adaylardan çok azı prim sistemi ile çalışmayı kabul etti. Başvurdukları ilanda prim bazlı olduğu belirtilmesine rağmen. Yol ve yemek ücretleri verilecek, çok da iyi bir prim alacaklardı. Söyledikleri satışın yarısını yapabilseler hiçbir ücretli işte elde edemeyecekleri bir gelir bekliyordu onları. Bu adayların işsiz olduklarına beni inandıramazsınız. Onlar işsiziliği tercih ettiler, uzun süre de işsiz kalırlar. Böylesi bir tembellik onların da işine geliyor heralde ve ailelerinden destek alıyorlar heralde ki, başka türlü geçinmeleri mümkün değil. Ama onları suçlamamak lazım. Aldıkları eğitim sırasında ve hayatları boyunca hep tembelliğe, hazırlopçuluğa, memuriyete, salla başı al maaşı modeline özendirildiler. Birileri onlara öğretmeliydi.
Başka bir olay: Danışmanlık yaptığımız bir müşterimiz, işlerin kötü gittiğinden bahsediyor, birkaç öneride bulunuyoruz. Ve mesai saati dolar dolmaz patron dahil şirkette bir kişi kalmıyor. İşler kötü gidiyorsa daha fazla çalışmak gerekir, en azından biz öyle yapıyoruz. Zaten çoğu şirkette mesai saatleri dahi verimli çalışmaya değerlendirilmiyor. Mesai değerlendirilmiyor, dolduruluyor! Mesai saatlerinin önemli bir bölümü; futbol tartışmaları, emaille forward edilen karikatürleri, fıkraları okumak, telefonda geyik yapmak, dedikodu yapmak vs. ile geçiyor. Bu da bir nevi işsizlik değil mi?
Peki biz bu halimizle mi gireceğiz AB’ye. Böyle mi patlatacağız ihracatı. Bu çalışmayla mı ödeyeceğiz dış borçları. Lütfen kabul edelim ki TEMBELİZ. İŞE GİTMEK İŞİMİZE GELMİYOR. Bu konuda deyişler bile türettik.. Mesela: “İŞİ BİLECEKSİN, İŞE GİTMEYECEKSİN, SORANA DA İŞTEN GELİYORUM DİYECEKSİN.” Aman ne güzel..
PEKİ TEMBELLİK NEDİR?
Hemen herkes tembelliğin kötü olduğunu bilir ve kimse tembel olmayı kabullenmek istemez. Ama acaba kaç kişi gerçekten tembel olup olmadığını araştırmıştır? Tembelliğin ne olduğunu ve insanların başına nasıl çoraplar ördüğünü düşündünüz mü?
Tembellik ya zihinsel, ya bedensel ya da her ikisi birden yaşanır. İnsanların büyük bir kısmı zihinlerini, önemli bir kısmı bedenlerini ve yine çok önemli bir kısmı hem bedenlerini hem de zihinlerini çalıştırmazlar. Dinlenmek kastıyla uzun uzun oturmak, televizyon seyretmek, sadece müzik dinlemek, dedikodu yapmak, kontrolsüz hayal kurmak gibi işlerle meşgul olan insan bunları yaptığı anda tembellik tuzağına düşmüştür.
Oysa hayat duraksamadan devam eden “hareketlilik ve aktiflik” prensibi üzerine kuruludur. Atomlardan galaksilere kadar; mikroplardan balinalara kadar herşey sonsuz bir hareketlilik içinde çırpınır.
Bakınız tembel ve durağan insanların başlarına neler geliyor: Her insanın vücüdunda zehirli birikintiler (Free Radicals) oluşur. Bedensel tembellik içerisinde olan, koşuşturmayan insanın vücudundan bu zehirli maddeler atılamaz. Dokular yağ bağlamaya ve kilitlenmeye başlar. Kan dolaşımı bozulur. Hücrelere oksijen ve besin dağılımı iyi yapılamayınca vücut hızla yaşlanmaya başlar. Bunu fiziki güç kaybı, kas zayıflığı, yorgunluk takip eder. Bedensel tembelliğin derecesine göre kireçlenme, zaman içerisinde felç ve daha bir çok hastalık bedene hücum eder.
Zihinsel tembellik aktif düşünmeme, zihni kontrolsüz olarak harici ve dahili telkinlerin tesirine bırakma durumudur. Zihinsel tembelliğe alışan kişi beyninin sinirsel bağlantılarını aktif bir şekilde kullanmadığı için zeka gerilemeye başlar, hafıza gittikçe zayıflar, hatırlama yavaşlar; tabii ki bütün bunları genel aktivitenin azalması takip eder. Zihinsel tembelliğin prensip olarak yaşın ilerlemesiyle fazla ilgisi yoktur. Fakat emeklilik sonrasında birden bunamalar da zihinsel faaliyetlerin birden azalmasıyla açıklanabilir, eğer başkaca bir uğraş edinilmemişse.
Aktif insanlar hayranlık verici başarılar arasında uçuşurlar. Neden bazı insanlar çok ağır fiziksel şartlara ve zihinsel faaliyetlere tahammül ederler de bazıları hemen tükeniverirler? İnsanlar her faaliyetin kapasiteyi arttırdığını göz ardı ediyorlar. Bedenin bir kapasitesi vardır şüphesiz ve çalışan insan bu sınıra hızla ulaşır. Ancak beynin kapasitesinin sınırı kolay kolay ulaşılamayacak kadar geniştir.
İnsan kalbi yorulmayan (laktik asit üretmeyen) kaslardan yaratılmıştır. İnsanın yorulmayan bir diğer uzvu da beynidir. Yeterli oksijen, glikoz ve enzimler sağlandığı sürece beyin hiç durmadan sürekli çalışır. Bazıları beynin dinlenmesi için bütün işleri bırakıp dinlenmeyi-yani tembelliği tavsiye ederler. Halbuki böyle yapmak tam tersine beyni tembelleştirir. Bizim zihin yorgunluğu dediğimiz şey beyni çalıştırırken fiziksel şartları ihmal etmemizden ya da psikolojik gerginliğin fizyolojiyi etkilemesinden doğan durumdan başka bir şey değildir. Uyku anında dinlendiğini sandığımız beynin uyanık halimiz kadar ve hatta bazen daha çok yoğun çalıştığını ortaya çıkaran son tespitler de bu gerçeği vurguluyor.
Lüzumsuz dahi olsa insanların hem bedenen hem de zihnen sürekli çalışmaları gerekir. Kaldı ki “Lüzumlu işler çoktur.” Ne çok zamanımız boşa akıp gidiyor! Ne çok müsrifiz!
Sistematik işleyiş bakımından insan beyni ile vücudun diğer bütün dokuları farklı bir yaratılışa sahiptir. Eski Amerikan Tıp Cemiyeti Başkanı Dr. Frederik Swartz’ın dediği gibi “Bir insanın takvim yaşı ne olursa olsun vücut hücrelerinin çoğu birkaç günlükle yüz günlük arasındadır.” Kısacası; insan beyninin temel dokusal dizilimi(hardware) doğduktan kısa bir süre sonrasına kadar tamamlanır. Artık yeniden beyin hücreleri yaratılmaz. Oysa diğer bütün vücut hücrelerinin ömrü ortalama 100 gün olduğuna göre beden yılda üç defa değişir. Dakikada üç milyar hücre yaratılır vücudumuzda ve yılda üç defa ceset değiştiririz.
Oysa beyin hücreleri değişmez. Biz hala kafatasımızın arkasında ana yadigarı beyin hücrelerimizle yaşıyoruz. Beyin hücreleriyle diğer hücreler arasındaki farklardan bazılarına değinelim. Göz, kulak vs. organ dokularındaki faaliyet programları sabittir. DNA sarmalında bütün hücre çeşitlerinin fonksiyonları kodludur ve her hücrenin bağlı olduğu dokuda o uzvun fonksiyonu ile ilgili çalışma kodu ön plana çıkar. Örneğin her oluşan yeni göz hücresi aynı fonksiyonu icra eder. Oysa aynı hücre potansiyel olarak böbrek hücresinin de kullandığı bilgi kodunu çekirdeğinde taşır.
Beyin ise programlanmış unsurların yanında diğer bütün hücrelerden farklı olarak “yeniden ve yeniden programlanabilirlik” özelliği taşır. İnsanların sürekli yeni şeyler öğrenmesini mümkün kılabilecek sistem budur. Normal hücrelerde proteinler kodlanmış emirleri yerine getirirler. Oysa beyindeki proteinler bilgi yüklenirler. Her gelen yeni bilgi hücrenin, -albümin sentezi yoluyla- kimyasal yapısında değişime yol açar. Beyinde bu görevleri yapan 100 milyar hücre aynı zamanda elektriksel kod halinde algı girişlerinden gönderilen mesajları ilgili beyin merkezlerine doğru kanallarda yönlendirirler.
Beynin karmaşık mesaj alış ve işleyişi “Çok Kısa Süreli, Kısa Süreli ve Uzun Süreli Hafıza” olmak üzere elektriksel olarak başlayıp kimyasal olarak sonuçlanan üç ayrı süreç izler.
İşte bunlar olurken beyin hücreleri için yoğun miktarda enerjiye, oksijene ve glikoza ihtiyaç vardır. Beyin hücreleri saf ve değişebilir bilgi taşıdıklarından deformasyonun ve netliğin bozulmasının engellenmesi için beyin hücrelerine diğer hücrelerdeki gibi ayrı bir besin deposu yerleştirilmemiştir. Dolaysıyla beynin enerjisi kesildiğinde vücut bir anda kilitlenir ve beynin ölümü birkaç saniyede gerçekleşir.
Biraz da beynin faaliyetlerine bakalım. Uyanık insan: Beyin, kalp, böbrek gibi otomatik mekanizmaları insan iradesinin dışında kontrol eder. İnsanın alışkanlık haline getirdiği eylemleri de insana sormadan otomatik olarak işler. Bunun yanında insanın konuşması, yürümesi gibi bedensel eylemleri de yürütür. Algı girişlerinden belli bir eşiğin üzerine çıkarak beyne ulaşan bütün mesajları işler. Ayrıca zihinsel (düşünme vs.), duygusal(sevme vs.) bütün faaliyetlerin de bio-kimyasal karşılıklarını işleme koyar.
Uyku halindeki insan: Uyku halinde beyin uyanık insanın durumundan daha yoğun çalışır. Uyku halinde eksik olan sadece konuşmak yürümek gibi iradi faaliyetlerdir. İnsanın açık algı girişlerinden (kulak, doku, dil) her yeterli şiddetteki mesaj uyku halinde iken de beyne ulaşır. Yani uyuyan çocuğun saçlarının okşanması, kulağına fısıldanan bir söz bile hem de hayatında değişiklik yapabilecek şekilde beynine kaydolur. Ve beyin uyku halinde bu defa çok daha yorucu bir iş yapar. İnsan REM (hafif ) uykusunda iken gün boyu alınan bütün zihinsel-duygusal mesaj ve faaliyetleri düzene koyar. N-REM (derin ) uykusunda iken ise bu defa gün boyu oluşan bedensel yorgunluklar neticesi hücre ölümleri, yeni hücreler vs. Faaliyetleri düzene koyar. Bütün bunları yaparken de ertesi gün kendisine bilgilerin işlenmesi ve uzun süreli hafızada albümin senteziyle kimyasal olarak kodlanması için lazım olan proteini depolar.
Evet beyin 24 saat durmadan çalışıyor. Ve Alman Beyin Antrenman Kurumu Başkanı B. Fishner’in dediği gibi “Küçük bir tatil veya birkaç saat TV seyretmek suretiyle beynin uyarımdan yoksun bırakılmasıyla beyinde oluşan performans kaybının giderilebilmesi için bir-iki hafta zihin egzersizine” ihtiyaç olabiliyor.
Sonuç
Ne mutlu ki tembellik doğuştan edinilen ve genlerle aktarılan bir özellik değil. Sonradan edinilen birşey.. Nasıl mı? Eğitim, çevre etkisi, yediğimiz yapay ve ithal besinler, yanlış politikalar vb.. Dolayısı ile tembellikten kurtulmak pekala mümkündür. Bedensel ve Zihinsel egzersizlerle tembellikten kurtulabiliriz. Böyle gelmiş, böyle gitmez!! Ne olursa olsun, yaşınız kaç olursa olsun işsiz ve uğraşsız kalmayın.
Kahve Milletinin İnsanları kahvede harcadığı vakitleri çocuklarına ya da daha hayırlı işlere harcasalardı çok daha güzel bir Türkiye’de olurduk. Sürekli tüketen ve sağlığı bozulan bir toplum olmazdık. Daha eğitimli ve terbiyeli çocuklarla geleceğe daha güvenle bakabilirdik. En azından 200 milyar dolar gibi bir dış borçla boğuşmazdık.
- Bir taksiden, bir dolmuştan veya bir tarladan 3-4 aile geçinmeye çalıştıkça,
- Ortaokulu bitiren her öğrenci (kapasitesine becerilerine bakılmaksızın) liseye kaydedildikçe,
- Her yıl liseyi bitiren 1,5 milyon öğrenciden sadece 100 bini bir üniversiteye girebildikçe ve üniversiteyi kazanamayanlar Kahve Milletine katıldıkça,
- KOBİ’ler desteklenmedikçe,
- Girişimcilik özendirilmedikçe,
- Magazin programları ile lüks tüketim sürekli özendirildikçe,
- Ayağımızı yorganımıza göre uzatmayıp sürekli IMF’den borç aldıkça,
- Dizilerle, filmlerle, futbol maçları ile uyuşturuldukça,
- Çalışan ve çalışmayan İnsan Kaynaklarımızı verimli değerlendirmedikçe,
- Yeraltı ve yerüstü zenginliklerimizi kullanmayarak ithalatla ikame politikalar izlendikçe,
- İhraç ettiğimizden fazlasını ithal ettikçe,
“işsizlik, ekonomi, AB, ne olacak bu memleketin hali” diye düşünür dururuz. (Keşke bunu bari düşünsek.)
Umarım sizleri biraz düşünsel faaliyete sevkedebilmişimdir ve de yarım kalan (3 yıllık) tıp eğitimim sebebi ile kullandığım kelimeler anlaşılabilmiştir. Buraya kadar okuyabildiyseniz ne mutlu ki Türkiye’miz için bir ümit, bir çaba, bir duyarlı kişi daha var demektir. İlginize ve duyarlılığınıza teşekkür ederim.
Doruk Aktoprak
Takip Edin:Paylaşın: